“Alternatif Anne” Dergisinde yayınlanan makale:
“Yüksek Hassasiyetli İnsanlar” yurt dışında üzerinde çokça konuşulan ve araştırmalar yapılan bir konu. Ancak ülkemizde pek bilinmiyor. Halbuki bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu insanlar durumlarını fark edemediklerinde ve çözemediklerinde pek çok problemle karşılaşabiliyorlar: Öz güven ve öz-sevgisi eksikliği, aşırı çekingenlik, başarısızlık korkusu, kronik yorgunluk sendromu, depresyon, lenf bezlerinde ve kaslarda ağrı gibi durumlar ortaya çıkabiliyor! Konumuz itibariyle şimdi özellikle çocuklarda görülebilen yüksek hassasiyetlerden biraz bahsedelim.
Önce “Yüksek Hassasiyet”in ne olduğunu bir anlayalım. Hassasiyetler, sinir sisteminin etraftaki uyaranları ortalamadan daha çok algılamasından ötürü oluşuyor. Yani eğer bir çocuğun sinir sistemi daha çok çalışıyor ve daha çok algılayabiliyorsa, aynı uyarana tepkisi bir arkadaşınınkinden farklı olabiliyor. Örneğin, hassas çocuklar sert eleştirilerden daha çabuk etkileniyorlar; küsebiliyor ve içlerine kapanabiliyor. Bu onların zamanla, kendi iç dünyalarına kapanıp kalmalarına neden oluyor. Devamı için tıklayınız.
“Anneler Birliği” Grup Mesajlarımızdan Seçmeler
Merhabalar Bu haftaki konumuz BEKLENTİLER.
Bilimsel olarak da kanıtlandığı üzere hepimiz birbirimizi düşüncelerimiz yoluyla etkiliyoruz. Konuyla ve yapılan deneylerle ilgili daha fazla bilgi almak istiyorsanız Lynne McTaggart’ın başucu kitabı “Alan”ı tavsiye ederim…
Duymuşsunuzdur… Yazarlar, sanatçılar, liderler en yaratıcı fikirlerinin yürüyüşteyken, banyo yapıyorken veya meditasyon halinde geldiğini söylerler. Neden böyledir peki bu?…
Bunun en önemli nedenlerinden biri o esnada beklentisiz oluşlarıdır.
Beklentiye girerek düşüncelerini belli bir yere yönlendirmeye çalışmadıklarından,
hiç tahmin bile etmedikleri çözümlere kapıyı açmış olurlar.
Buluşlar, icatlar, “evreka!” anları işte böyle oluşur.
“Bırakmak özgürlüktür.
Özgürlükse mutlu olmak için tek koşuldur.”
Thich Nhat Hanh
Beklentiye girdiğinizde üzülen hemen her zaman siz olursunuz Dostlar!
O halde:
- Açıklayın;
- Doğru örnek olun;
- Ve gerisini bırakın.
Bırakmanın bir bonusunu daha söyleyeyim Sevgili Dostlarım:
Bu şekilde, ona güvendiğinizin sinyalini de çocuğunuza vermiş oluyorsunuz.
Güvenmenin ise çocuk gelişimi için ne kadar önemli olduğu malumunuz.
İyi haftalar dileğimle, kucak dolusu sevgiler.
Sevgili Dostlar,
Evvelki haftanın konusu olan “Sınırlar konusu” umarım iyi gidiyordur. Çünkü tatilde 2 sebepten ötürü daha da önem kazanacak:
- Herkesin daha sakin ve rahat olabileceği tatil zamanları, sınırların belirlenmesi ve uygulanması için aslında çok doğru bir zamandır.
Dengeyi koruyun!
Buradan her zaman sizler için çok önem taşıyacak bir konuya daha bağlantı yapmak istiyorum. O da; istikrar.
İstikrar tüm “hayat alanlarında” nasıl önem taşıyorsa, çocuk yetiştirmede de o derece önemlidir. Bazen sevgili anneler çocuklarına kıyamayıp “Aman bu sefer de istediği gibi yapsın” diyebiliyorlar.
İşte orada istikrarı elden bıraktığınızda çocuğa şunu söyletiyorsunuz: “Bu pek de önemli bir şey değilmiş. Annem – tabir-i caizse – kafasına göre takılıyormuş. Yapmazsam bir şey olmaz!…” Çocuğa bunu düşündürdüğünüz an, sınırları bir daha toparlamanız inanın çok zor olacaktır.
İstikrar, kararlılığın anasıdır.
Bir çocuğa bu iki nosyonu öğretmek, onun hayatı boyunca başarılı olmasını ve başladığı işleri bitirebilmesini sağlayacak çok değerli hazineleridir.
Bir parantez açıp biraz da “Yüksek Hassasiyetli” çocuklardan bahsedelim. Yüksek Hassasiyetli çocuklar daha naif ve genellikle iradelerini ve kararlılıklarını çok güçlü şekilde koruyamayan çocuklar olabiliyor. (Bu konuda desteklenmeleri gerekebiliyor). Bu onların güçsüzlüklerinden değil “güç eşiklerinin düşük” olmasından kaynaklanıyor. Bu ikisi farklı şeyler sevgili dostlarım.
Güçsüz demek ne kadar uğraşırsa uğraşsın istikrarı koruyamamak demek.
Güç eşiği düşük olmak demek ise istikrarı koruyacak kapasitede olmasına rağmen, molalarla ve enerjisini koruyarak hedefe varma ihtiyacında olmak demek.
Siz de lütfen kendiniz için bu iki ayrımı düşünün.
Çünkü bazen kendi güçsüzlüklerimiz yüzünden de çocukları fazla zorlayabiliyoruz. “Ben yapamadım, onun yapmasını istiyorum” diyoruz.
Bu bir teşvik düzeyinde kalıyorsa ne ala, ama bilmeden çocuklarımızı limitlerinin üzerinde zorluyorsak da tamamen küsüp, bırakabiliyorlar sorumluluklarını… Çünkü o noktada şöyle bir kalıp doğabiliyor: “Annem beni anlamıyor.” Bunun üzerine ileride daha fazla konuşacağız…
2. Çocuk, tatilde bile bu konuda standardı düşürmediğinizi fark ettiğinde, bu konunun sizin için önemini daha iyi kavrayacaktır. Ve elinden geleni yapmak konusunda daha istekli ve motive olacaktır.
Burada çok önemli bir nokta daha var: İstikrarlı, kararlı insanlara diğerleri saygı duyar.
Çocuk otomatikman anne babaya saygı duyar – anne baba bunu bitirmezse tabii.. İstikrarlı olduğunuzda, iradenizi kullanabildiğinizde çocukların saygısını kazanırsınız. Çocuğun rol modeline saygı duyması, saygı duygusunu öğrenmesine ve dolayısıyla kendisine de saygı duyabilmesine yol açacaktır. Bunun önemini konuşmaya da fazla gerek yok fikrimce…
Hepinize güzel haftalar, çocuklarımıza keyifli bir tatil dileğimle.
DUYGUSAL HAKİMİYET
Madem istikrar lazım… Peki, bunu nasıl yapacağız?
Bu hafta duygusal hakimiyetten bahsedeceğim.
Duygular ancak onlara hakim olabildiğimizde ZEVKLİ hale gelirler –hem kendimiz, hem de başkaları için…
İşiniz varken, yorgunken veya canınız sıkkınken kendinize nasıl davranıyorsunuz?
Mesela, abur cubura teslim olup derdinize dermanı çikolatada, cipste vb. arıyor musunuz?
Veya televizyonun karşısında uyuya kalana kadar önünüze çıkanı seyrediyor musunuz?
Veya çareyi sigarada, alkolde mi arıyorsunuz?…
İşiniz varken, yorgunken veya canınız sıkkınken çocuğunuza nasıl davranıyorsunuz?
Böyle hallerde ona iyi davranmak, destek olmak, hatta belki bakımını yapmak bile zor geliyor mu?
Duyguları genellikle yanlış anlarız. Hatta aslında pek de anlamayız bile diyebiliriz sanırım…
Duygularımız neden vardır sizce??
Sağlıklı bir şekilde ifade edilebildiklerinde katalizör görevi görüp değişimi başlatabilir duygularımız. Aslında onlar pusulalarımızdır.
Ve fakat, sağlıklı ifade edemezsek ne olacak??…
Bu noktada şu soruyu sormanın vakti midir acaba?
Duygularınız mı size hakim, siz mi onlara hakimsiniz?
Sizin onlara hakim olabilmeniz için;
1- Önce duygusal farkındalığımızın olması gerekli. Yani o anda “ne hissediyoruz” ve “neden bunu hissediyoruz.”
Neden o duyguyu hissettiğiniz maddesinde derin duygusal arınmalar yapmanız gerekebilir. Bu çok geniş ve üzerinde çalışması gereken bir konu olmakla birlikte birinci aşama olarak şöyle bir ipucu verebilirim.
2- Duygularınızı asla bastırmayın.
“Ben bu konuyu çalıştım. Hala halledemedim mi? Bunu hissetmemem lazım. Bu sağlıklı bir duygu değil” vb. düşünmeyin asla. Duygu varsa vardır. Şifalanması gerektiği için vardır. Bastırırsanız – ki bunu yukarıda bahsettiğim yöntemlerle de yapmaktasınızdır…- şifayı geciktirmekten başka bir işe yaramaz bu.
Duyguyu hissedin. Kendini ifade etmesine izin verin.
Bu şifanın ilk aşamasıdır.
(İkinci aşamasından sonraki hafta bahsedeceğim).
Tabii duygularınızı bastırmamak başkalarına öfkeyle veya depresif bir modda davranmanız anlamına gelmez… Çok sevdiğim bu hikaye ile bu haftaki yazıyı sonlandırıyorum:
İki samuray ölümüne kavga etmektedir. Birinci samuray üstün gelmektedir rakibine karşı… Tam ötekini köşeye sıkıştırıp kılıcını boğazına dayadığı anda, ikincisi adamın suratına tükürür!
Bunun üzerine birinci samuray durur. Sonra da kılıcını kınına sokar, döner arkasını ve uzaklaşmaya başlar.
Yandaşları şaşkın, sorarlar: “Sen yeniyordun! Niye bıraktın birdenbire?!”
Samuray şöyle cevap verir:
“Suratıma tükürünce sinirlendim. Öfkeliyken hiçbir şey yapmam!”
Sen Hala Taşıyorsun!
İki keşiş bir gün ormanda yürüyüş yapıyorlar… Derken bir nehir kıyısına geliyorlar. Bir de bakıyorlar ki, nehrin kıyısında güzeller güzeli bir hatun karşı kıyıya geçebilmek için çare arıyor. Süslenmiş, püslenmiş, belli ki gezmeye gidiyor ve güzel ayakkabılarını ıslatmak istemiyor! Bir oraya gidiyor, bir buraya… Ama geçecek bir yer bulamıyor bir türlü.
Devamını okumak için tıklayın.
Tıslasam mı?
Bilge kişinin yolu bir gün, bir köye düşer. Köylüler onu görür görmez başına üşüşürler, “Aman iyi ki geldin bilge!” derler. “Başımızda bir dert var ki, sorma!”
“Ne oldu, nedir?…” der bilge. Bunun üzerine köylüler, oralara bir yılanın musallat olduğunu, hayatlarını çok zorlaştırdığını, sürekli birilerini soktuğunu anlatırlar. Köylüler çareler bulmaya çalışmışlar bu duruma; adaklar adamışlar, yılana yiyecek vermeye çalışmışlar, en son çare olarak da bütün köy toplanıp onu korkutmaya çalışmışlar, ama nafile. Hiç biri işe yaramamış. “Artık evimizden çıkmaya korkar olduk!” diye dert yanarlar bilge kişiye. O da, “eee…” der, “Benden ne yapmamı istiyorsunuz?…” “Sen bilgesin” der köylüler. “Bir konuşsan belki seni dinler de bize işkence etmeyi bırakır…”
Devamı için tıklayın.
Kelebek ve Meşe Ağacı
Bir zamanlar küçük bir varlık, ormanın Babası olan Meşenin bir dalında dinleniyormuş. Küçük varlık zaman zaman iç çekerek ve zaman zaman biraz da ağlayarak orada oturuyormuş; küçük bedeni sanki görünmez bir ağırlığın altında neredeyse ezilir gibi. Sonunda büyük yaşlı Meşe buna daha fazla dayanamamış. Bir deve ait ama bir meltem gibi nazik bir sesle Meşe konuşmuş: “Küçük varlık, neyin var?”
Küçük varlık, bırakın üzerine tünediği ağaçtan, herhangi birisinden böylesine bir ilgi ve alaka gelmesine şaşırır. Soruyla birlikte hissettiği inanılmaz nezaketi, şefkati hissederek elinden geldiğince yanıt verir. Kelimeler ağzından serbest bırakılmayı bekleyen bir şu akıntısı gibi dökülüverir…
Devamı için tıklayın…
Hipopotam ve Büyükbaba
Çocuk oynarken bir gün, nehir kenarında bulmuş kendini. Suya girmek istemiş çünkü hava çok sıcakmış ama annesinin sözleri gelmiş birden aklına. “Suya çok yaklaşma” dermiş annesi hep, “yoksa hipopotam seni yutuverir!…” Ama çocuk hipopotamların hiç şimdiye kadar böyle bir şey yaptıklarını görmemişmiş. Tam tersine “hipo’lar” çocuğa her zaman sevimli gözükürlermiş.
O yüzden korkmadan girmiş suya ve ayağını sokmaya kalmadan, gerçekten de kocaman bir hipopotamla göz göze gelmesin mi! Apar topar çıkmaya çalışırken hipo konuşmuş.
“Korkma, seninle oynamak için ben çağırdım seni. Gezdirmek istiyorum sana bu güzel nehri…” Çocuk şaşırmış, hala da biraz korkuyormuş ama demiş ki:
“Ne var gezecek burada sanki, her gün gördüğüm nehir iste.”
“Aaaa…” demiş hipo. “Öyle konuşmasana, alınmasın nehir sonra sana. Hem nehrin aşağısı çook farklıdır yukarısından. Görünce şaşırır insan!”
Bunun üzerine çocuk kendini tutamayıp gülmüş. “Sen hep böyle mı konuşursun?” demiş. “Kafiyeli kafiyeli… Hiç bilmezdim hipoların böyle konuştuğunu.”
“Bizleri pek tanımazsınız siz. Gayet yaratıcıyızdır biz. Konuşurken, aynı zamanda da oyun oynayan kelimeleri seçeriz.”
Devamı için tıklayın…
Tavus Kuşunun Hikayesi
Hayvanlar alemindeki tüm hayvanların içinde tavus kuşu, kendini pek bir güzel bulur, pek çok beğenirmiş. Sürekli şişinir, her dakika böbürlenirmiş…
Diğer hayvanlar, tavus kuşunun bu övünmelerine “ya sabır” çekedursun, tavus kuşu aynı tas aynı hamam devam ededursun… Bir de eklermiş;
“Hem sadece güzel olmakla da kalmıyorum ki… Çok da güçlü bir şifacıyım ben. Geçenlerde köyün şifacısı bir tanecik tüyümü alabilmek için ne diller döktü, bir bilseniz. Dedi ki, hasta kişinin üstüne şöyle bir sallasa benim tüyümü, o an iyileşiverirmiş!… Eh, verdim ben de değerli tüyümden bir tane. Nasılsa bende daha çook var…”
Tavus kuşu övüne, ötekiler dinliye, günler böyle geçip gidiyormuş. Giderek hayvanlar tavusun bu halinden o kadar sıkılmışlar o kadar sıkılmışlar ki, nihayet olanlar olmuş! Her bir hayvanın sıkıntısı toplanmış, koskocaman bir siyah bulut olmuş! Bir gece, bu bulut kalkmış, tavusun heer bir tüyüne tek tek yapışmış!…
Tavus kuşu ertesi sabah uyandığında, her sabah yaptığı gibi tüylerini kocaman açıp kırıtmak istemiş. Ama, o da ne! Her tüyünün ortasında, siyah bir göz gibi birer leke durmuyor mu?… İnanamamış bu duruma; bir o tüyüne bakmış, bir ötekine ama evet, hepsinde de varmış siyah göz. Çıkartmaya çalışmış bu lekeleri ama nafile… Gitmiş kuyruğunu dereye sokmuş; olmamış. Tüylerini olanca kuvvetiyle bir o yana, bir bu yana savurmuş; olmamış!
Sonunda pes edip, diğer hayvanlardan yardım istemiş. Ama hayvanlar da bilmiyorlarmış ki bu olaya kendi sıkıntılarının neden olduğunu. Düşünmüşler taşınmışlar ama tavus kuşunun problemine bir çözüm bulamamışlar. Sonunda bilge kaplumbağaya gidip durumu danışmışlar.
Bilge kaplumbağa pek çok senelik bilgisinden ve tecrübesinden ötürü durumun nedenini anlamış ve de bütün hayvanları ve tabii ki tavus kuşunu da toplayıp, neler olduğunu bir güzel anlatmış. Hayvanlar bayağı bir şaşırmış bu duruma, tavus da bayağı bir üzülmüş!… Çokça da pişman olmuş. Hayvanların hepsinden özür dilemiş onları bu kadar sıkıntıya soktuğu için ama iş işten geçmişmiş. Artık tüylerinde siyah lekelerle yaşayacakmış…
Gel zamaan, git zaman… Tavus kuşu bu olayın nedenlerini ve bütün olanlardaki kendi rolünü daha iyi anlamaya başlamış. Tüylerindeki gözleri yavaş yavaş kabullenmiş. O, gözleri kabullenmeye başladıkça gözler canlanmaya, hayat bulmaya başlamasınlar mı?! Böylece neler olmuş biliyor musunuz? Bir kere, tavus kuşu bu gözler sayesinde çok iyi gözlem yapabilmeye başlamış. Ayrıca, gözlerin kıymetini bildikçe içgörü ve hatta hatta duru-görü özellikleri bile kazanmış!
Giderek, nasıl hem kendine güvenli ve kendinden emin aynı zamanda da alçakgönüllü olunabileceğini öğrenmiş. Daha doğrusu, alçakgönüllü olabilmek için aslında kendine güvenli olması gerektiğini öğrenmiş!…
Kendine güvendikçe, hayatta kendine daha az önem vermeyi öğrendikçe, eski garip hallerine de kahkahalarla güler olmuş.
Siz sevgili dostlar, olur da,
Bir gün tavusun yaşadığı yerlere yolunuz düşerse,
Ve onun hem keskin hem yüksek kahkahasını duyarsanız,
Bilin ki eski kibirli hallerine gülmektedir…
M. Şebnem Özkan